7 Temmuz 2011 Perşembe

Birol'un Anısına ve HÜDHF 2003 Mezunlarına

"Hayat garip" cümlesini binlerce kez duymuş, yüzlerce kez de söylemişizdir ancak hakikaten ne kadar garip olduğunu idrak edebilmek için hayatın, “ölüm”e şahit olmamızın gerekmesi çok acı değil mi?
Bir de karmaşası ve telaşesi ver bu garip hayatın. Kafamızı kaldıramadığımzda, yapmamız gereken şeyleri unuttuğumuzda, sevdiklerimizi arayıp sormadığımızda en kolay mazeret olarak sığındığımız telaşe. Yaşam kavgası işte. Kaçımız nasıl olduğumuz sorulunca, “ sürünüyoruz işte” demiyor. Ya da “bildiğin gibi” bir de “nasıl olsun, idare eder” var. Ulan ne idare eder! Ne sürünüyosun! Yaşıyosun be işte. Ötesi var mı? Hem de milyonlarcasından daha güzel yaşıyosun.
Yaşamak… Hayatın rutini içinde, bir ay çalışıp aldığın maaş gibi hakkın sanıyorsun değil mi? Değil işte. Biri gelip alıyor elinden. Kımıldayamıyorsun. Hani paranı çalsalar, ortalığı ayağa kaldırırsın. Nefesini çalıyorlar, kılın kıpırdamıyor. Yığılıyorsun. Arayamıyorsun hakkını.
“Daha yaşayacaktım ben!” diyemiyorsun…
Dedim ya hayat garip. Garipliğini de en iyi ölüm anlatıyor.
Bir gün bir haber alıyorsun. “Kaybettik” diyorlar. Sanki iyice ararsan bulabilecekmişsin gibi. “Kaybettik”.
Aynı kaptan yemek yediğin, aynı bardaktan su içtiğin, yan yana odalarda uyuduğun ama beş senedir görmediğin adam için diyorlar. Ne kadar sevsen de, daha yakın arkadaşlarından neler yaptığını, nasıl olduğunu öğrensen de beş senedir telefonda bile sesini duymadığın adam.
Hasta deseler iş-güç diyip ziyaretine günler sonra gideceğin adam ölünce koşa koşa son vazifeni yapmaya gidiyorsun. Buluşuyorsun ortak arkadaşlarınla, çıkıyorsun yola ve tatile gider gibi lakırdılarla bitiyor yol. Sanki cenazeye değil de çayını içmeye gidiyorsun arkadaşının. Öldüğünü hissetmiyorsun…
Taa ki, caminin yanına park edip, yakalara ilişmiş fotoğrafını görünceye kadar. O zaman birinci düğüm gelip tıkıyor boğazını. Sıkıyorsun kendini. Mezarına iki avuç toprak atıyorsun ikinci düğüm geliyor yumruk oluyor boğazında. Biraz daha sıkıyorsun.
Son vazifen, beş senedir bir çayını içmediğin adamın mezarına iki avuç toprak atmak oluyor.
Sonra biri “ Bu yaşta ölünür mü be!” diyor. Daha fazla sıkamıyorsun. Yavaşça süzülen yaşlar yerini hıçkırıklara bırakıyor. Aslında ölene ağlamıyorsun. Yaşarken yapmadıklarına ağlıyorsun asıl.
Etrafında kalan dostlarına bakıyorsun sonra, çok sevdiğin yine de yılda bir olsun görmediğin, göremediğin. Bi sonraki buluşmamız için aramızdan başka birinin cenazesi mi olması lazım. Ayılın millet başlarım hayatın kargaşasından, telaşesinden, geçim kavgasından. Silkinin artık. Arayın arkadaşlarınızı. Görüşün sık sık.
Birol pisi pisine gitmiş olmasın. Çaksın kafamıza bu vurdumduymazlığımızı. Ben daha başka birinizi de sesini hatırlamadan kaybetmek istemiyorum. Bundan sonra yılda bir olsun toplanalım be. Başlarım tatiline, denizine. Her yıl haziran sonu veya temmuz başı yapalım bi organizsayon. Hem Birol’u analım hem birbirimizi görelim. Bu da ilk kaybımızdan bize yadigar kalsın.
Hepimizi bir bir alacak yanına Birol nasılsa. Giderken birbirimizden selam götürebilelim hiç olmazsa.
Bınları niye mi yazdım? Dedim ya en başta hayat garip. Biniyorsun arabaya ve hepsi bitiyor dönüş yolunda. Bugün küfürler savurduğun hayat düzeni ertesi gün aynen devam ediyor. O telaşe bokuna köle oluyorsun üç gün sonra da. Unutuyorsun kafandan geçenleri ve kendi kendine verdiğin sözleri.
İşte artık unutmak istemediğim için yazdım aslında. O yüzden internet üzerine de astım. Ne zaman bir şeyleri ertelesem okuyup aynı Birol’u kaybettiğimizdeki gibi hissedebilmek için yazdım. Unutmıyayım ki başka birinizin üzerine atarken iki avuç toprağı, sesiniz, yüzünüz gözümün önüne gelebilsin diye yazdım.
Mekanın cennet olsun Birol…

Hiç yorum yok: